Ana içeriğe atla

Alafranga Bir Tipin Çileden Çıkaran Maceraları

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın eserlerini okumaya devam ediyorum. Bu seferki durağım “Şık”. Gürpınar bu eseri henüz 23 yaşındayken yazar. Eseri o zamanki saygın yayıncılardan ve yazarlardan olan Ahmet Mithat Efendi’ye gönderir. Tercüman-ı Hakikat gazetesinin hem başyazarı hem de sahibi olan Ahmet Mithat Efendi, elindeki bu yarım eserin sahibini merak eder. Tanışmak için davet gönderir bu genç yazara. Tanışınca yarım kalan kısmı tamamlaması şartıyla romanı gazetede tefrika edeceğine dair söz verir. Hüseyin Rahmi geri kalan kısmı da tamamlayınca “Şık” 1888’de Tercüman-ı Hakikat’te tefrika edilmeye başlanır. Bir yıl sonra ise kitaplaşır. 

Yukarıdaki bilgileri ve daha fazlasını Erkan Irmak sayesinde öğrendim. Erkan Irmak “Şık”a gayet ayrıntılı ve verimli bir hazırlıkla giriş yapmamızı sağlıyor. Aynı zamanda Irmak “Sunuş” yazısında “Şık”taki karakterleri dönemin ilgiyle okunan yazarların vücut verdiği karakterlerle de karşılaştırıp romana daha geniş bir manzaradan bakma imkânı sunuyor.

“Şık”ı alırken Can Yayınları’nın baskısını tercih ettim. Erkan Irmak gerçekten nefis bir sunuş yazısı hazırlamış. Aynı zamanda kitabı günümüz Türkçesine de uyarlamış, yani sadeleştirmiş. Kitabın en arka sayfasına çok da gerekli görmediğim bir sayfalık sözlük bölümü koymuş. Özgün metni Latin harflerine aktararak yayıma hazırlayan da yine kendisi. Hangisini tercih ettin diye sorarsanız “tabii ki günümüz Türkçesine uyarlanan versiyonunu” cevabını veririm. Çünkü diğer versiyon günümüzde hiç adını bile duymadığımız sözcüklerle dolu olduğu için akışı bozuyor ve okuru sürekli sözlük bölümüne bakmak zorunda bırakıyor.

Roman 1889’da kitaplaşır, ancak Hüseyin Rahmi 1910’ların sonuna  gelindiğinde kitabı gözden geçirme gereği duyar. Ve kitabın üzerinde çalışmaya koyulur. Küçük değişiklikler yapar. 1920’de tekrar yayımlanır. Erkan Irmak bu baskıyı tercih ettiğini belirtse de gerekli gördüğü yerlerde metni birinci baskısıyla karşılaştırdığını da ekliyor. Dolayısıyla kapsamlı bir çalışmayla yeniden ele alınan bu yapıt, Erkan Irmak’ın ince işçiliğiyle yenilenmiş olarak okurun karşısına bir kez daha çıkıyor. 

Romanda Şatırzade Şöhret Bey’in başından geçen talihsiz olaylar anlatılır. Şöhret Bey son derece Batı hayranı, Batı’yı taklit etmeye çalışan, ama taklit etmeyi dahi beceremeyen, züppe ve alafranga bir tiptir. Ne tam bir Doğulu ne de tam bir Batılıdır. Batılı olmaya çalışırken haddi aşan sakarlıklarıyla el âleme rezil kepaze olan bir kişiliktir. Yeni öğrendiği her şeyi eline yüzüne bulaştırmakta da mahirdir. Kendini çok zeki zannetmekteyse de safın ve aptalın en önde gidenidir. Aklını işletmez, her şeye inanır ve de ayrıca kendini başkalarından üstün görerek kendini bir şey zanneder. Her konuda söyleyecek sözü olan, ancak konuştuğu konular hakkında hiçbir uzmanlığı olmayan, detaylı araştırmalar yapmamış, sadece bilgili görünmek için konuşan -günümüzde de böyle kişileri bulmakta sıkıntı çekmiyoruz- kişilere benzer. 

Şöhret Bey’in Madam Potiş adında bir de metresi var. Gürpınar onu “piyasa aşüftelerinin en bayağılarındandır” (s. 29) diye tanıtır. Kendini ona öyle kaptırmıştır ki onun için hırsızlık yapmayı bile göze alır. Öyle ki validesinin sandıkta sakladığı küpeleri çalıp kuyumcuya satar. Yeter ki Madam Potiş’le güzel vakit geçirebilsin. Ancak fuhuş piyasasının en aşağılık kadınlarından olan Madam Potiş Şatırzade kadar saf değildir, gözü açıktır. Yazar, onun Şatırzade hakkındaki görüşlerini şöyle ifade etmiştir: “İlişkilerinin başlangıcında Madam Potiş, Şık’ın her halini incelemiş, o zavallının dünyada en ziyade özendiği şeyin alafrangalık olduğunu ve her tavır ve hareketini Frenkliğe benzetmeye uğraştığını fakat o yaşama bu düşkünlüğüne, bu hevesine kıyasla Avrupa âdetlerinin büsbütün cahili ve yabancısı bulunduğunu anlamıştı.” (s. 29)

Romanda Drol isimli bir köpek de bulunuyor. Drol’ün haylazlıkları Şöhret Bey’in canını sıkar, başını fena hâlde ağrıtır. Drol, Tanzimat döneminin ilk hayvan karakteri olsa gerek.

Romanı okurken Şöhret Bey’e gülsem mi, yoksa ağlasam mı karar veremedim. Gelgelelim kafasını çalıştırmadığı, aklını başına almadığı, gülünç olmakta ısrar ettiği ve başına gelen fena olaylardan hiç ders çıkarmadığı için zavallıya bol bol gülmeyi tercih ediyorum. Kendi özünden vazgeçip Batı hayranı ve taklitçisi olmakla övünen, oysaki sadece şekilci bir anlayışla tutku derecesinde Batı’ya bağlanan, kendi kültürünü hor gören ve her konuyu çok iyi bildiğini zanneden böyle tiplerin Tanzimat dönemi bittikten sonra da varlığını sürdürdüğünü üzülerek görüyoruz. Sanırım hâlâ Tanzimat döneminden çıkamadık.    

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tartışmalı Bir Şiir Üzerine Kısa Bir İnceleme

İbrahim Alaattin Gövsa (1889-1949) ismine ilk defa Bütün Dünya dergisinin Kasım 2020 sayısında denk geldim. Alıntılanan şiiri pek beğendiğim için internetten kısa bir araştırma yaptım. Öğrendim ki çok yönlü bir insanmış Gövsa. Hem siyasetçi hem eğitimci hem şair hem de yazar. Daha çok ansiklopedi ve sözlük çalışmalarına ağırlık vermiş. Çocuk şiirleri konusunda da öncü bir isim. Birçok kitabı bulunmakta. Akıl Fikir Yayınları tarafından yayımlanan yapıtlarından ikisini edindim kendisini daha iyi tanıyabilmek için. Bu yazıda öncelikle Gövsa'nın kaleme aldığı "Ata'mızı Tavaf" başlıklı şiiri alıntılayıp altına kendi düşüncelerimi ifade edeceğim: "Bir milletin melalini [derdini, üzüntüsünü] söyler derin derin / Derya, önünde çırpınarak Dolmabahçe'nin. // Gönlümde eski hatıralar, eyledim tavaf, / Artık o doğmuyor diye muzlimdi [karanlıktı] her taraf. // Çamlar hüzünlü, yollara düşmüş söğüt, çınar, / Yaprak döküp huzura kapanmıştı sonbahar. // Mermerli methalin [giri

Eğitimci Olarak Schopenhauer

"Daha büyük bir derinliğe sahip insanlar tam da kendileri yaşamdan dolayı acı çektikleri, ama acının zehirli iğnesini kendilerine batıracak güce sahip olmadıkları ve kendi varoluşlarını metafizik olarak anladıkları için her zaman hayvanlara karşı merhametli olmuşlardır; hakikaketen de anlamsız bir acı çekişi görmek derin bir incinme yaratır. (...) Bir hayvan gibi yaşamak, açlığın ve arzuların kulu olmak ve buna rağmen bu yaşamın doğasına ilişkin hiçbir kavrayışa varamamak gerçekten de ağır bir cezadır ve içini kemiren bir eziyet tarafından çöllerde sürüklenen, nadiren tatmin olan ve üstelik de bunun diğer hayvanlarla girişeceği leş parçalama mücadelesi boyunca ya da mide bulandırıcı bir açgözlülük veya tıka basa doymaktan ötürü şiddetli bir acıya dönüşen bir av hayvanının kaderinden daha kötü bir kader düşünemeyiz. Daha üstün bir ödül olmaksızın yaşama böylesine körce ve çılgınca yapışmak, kişinin cezalandırıldığını ve niçin bu şekilde cezalandırıldığını hiç bilememek, bunun yerin